………………………….
FACİA
Son 20-30 senelik süreç; ülkemizde “Çocuk nasıl perişan edilir?”, “Bir nesil, nasıl heder edilir?”, “Bir toplumun geleceği, yüzyılların emperyal sömürgecilerine nasıl peşkeş çekilir?” üzerine yapılmış adeta bir gösteri, bir show, bir deneme, bir deney, bir yüksek ihtisas uygulaması idi sanırım. Ancak, çıkan sonuçlara bakıp dehşete kapıldığımız sürecin henüz sonuna gelmiş gibi de durmuyoruz.
Müsaadenizle çalakalem, duygularım taze iken görebildiğim birkaç noktanın altını çizmek istiyorum:
(Ancak üzerinde sık konuşulan çocukların yarış atına döndürüldüğü süreçlerin; imtihandan imtihana koşturulurken birbirlerine RAKİPLEŞTİRİLEREK hasımlaştırılmalarının ve bu hasımlaştırmanın toplumsal parçalanma üzerine etkisi veya kalitesiz, niteliksiz, EZBERİ İHMAL eden eğitim sisteminin gençleri ahmaklaştırması gibi konulara girmeden daha AZ konuşulan ve dikkatlerden kaçtığını düşündüğüm konulara girmeyi tercih etmek istiyorum.)
Hiçbir şey veremeyen 14 sene
Öncelikle 2 yıl ana sınıfı, 4 yıl ilkokul, 4 yıl ortaokul, 4 yıl lise toplam 14 yıl eğitilip lise mezunu olduktan sonra bir gencin ne topraktan ne hayvandan ne insandan anlamaması, hiç bir mesleki beceri geliştirememiş olması, herhangi bir yeteneğinin fark edilememiş olması hatta kendi geçimini sağlamayı bile beceremeyecek durumda olması ve bu sistemde ısrar edilmesi sadece yanlışlıkla veya hata ile açıklanabilecek bir durum değil gibi geliyor bize.
Üstelik çocuk üniversiteye gitmeyi başarsa da genelde oradan da sadece DİPLOMA alabiliyor; yani mesleği yapma izni. Mesleki beceri eğer imkân bulur da iş sahibi olursa, sahada elde ediliyor.
Yok olan kaynaklar
Toplumun “en yüksek enerjiye” sahip kesimi olan bu genç nüfusa, 14 ila 20 sene boyunca test çözme becerisinin dışında hiç bir şey vermeden oyalamak için harcanan kaynakların toplumun sırtına yüklediği devasa yükü, bu toplumun neden taşıması gerektiğinin ne iktisadi ne ekonomik ne de sosyolojik makul bir izahı olduğunu sanmıyoruz.
Mezun olsa da sorun
Üstelik lise sonrası mezun olup 2 ile 10 sene daha eğitim gören EN ZEKİ(?) gençlerden yurtdışına kaçamayıp elde kalanların neredeyse tamamının büyük emperyal firmaların yurt içi pazarlamacılarına ya da ara elemanlarına dönüştürülmeleri, büyük kitlenin memurlaştırılarak işlevsiz kılınması, ÜRETİMİN, eğitim imkânı bulamamış, “yetenekleri en dar” olarak vasıflandırılan kesimin eline bırakılmış olması bir ülke için bir intihar değil midir? Sorusu sürekli zihnimizin bir köşesinde durmalı kanaatimizce.
Bizim gördüğümüz kadarı ile mevcut eğitim sistemi; tüm masrafları bu toplumun üzerine yıkılmış yetenekli gençlerini, toplumun içinden eleyerek seçip, Batı’ya ara eleman olarak aktarmak üzere kurulmuş bir emme basma tulumba işlevi görüyor.
Tüketim ve gösteriş kültürünü besliyor
Ancak sorun burada bitmiyor: özel imkânları bolca kullanabilen “Süper Zeki” çocuklar doğal olarak FEN LİSELERİNİN genelini teşkil ediyorlar. Yani bir çeşit orta hal üzeri çocuklar kulübü oluşuyor. Ailelerinin HİÇ BİR ŞEY ESİRGEMEDİĞİ çocuklar arasındaki yarış, sadece alınan puanlar üzerinden sürmüyor; aileler gösteriş ve TANRILAŞTIRMA yarışını da puan yarışına eşlik ettiriyorlar.
Çocuklar iyi bir bölümü kazanamasalar da MARKA ve gösteriş takıntısı büyük bir kesimin bilincini şekillendiriyor ve TAM ANLAMI İle iyi birer TÜKETİCİ oluyorlar. Elbette tükettikleri genelde kendi gençlikleri, yetenekleri, ümitleri ve ailelerinin maddi imkânları oluyor.
Baş belası TANRICIKLAR
Çocuklar, “Süper Zeki” ilan edilmiş oldukları için aileleri ve yakın çevreleri tarafından evlerine LÜTFEN gelmiş yüce bir “TANRI” muamelesi görüyorlar. “Sen çalış doktor ol! Yatağını toplamana; yemeğe, süpürgeye, banyo tuvalet temizliğine, kardeşinin bakımına, babana, iş yerine, alış verişe vs. yardım etmene gerek yok! Senden sadece okumanı bekliyoruz! Herhangi bir şeyi kendine dert etme” gibi klişe kelimler adeta kutsal bir metinmiş gibi her ailede düzenli zikir haline geliyor. Yani “Sen bir Tanrısın, üstelik süper zekâ bir Tanrı; anne babandan hatta çevrendeki herkesten üstün ve daha zekisin. Bizim varlığımız sana hizmet için.”
Böylece “Tanrı hizmet vermez, alır”a çocuk şartlandırılıyor.
Ancak daha da kötüsü şu ki: “Kendi pislettiğini temizlemekten, kendi dağıttığını toplamaktan aciz, hiçbir sorumluluk almamış, “ENE’si şişirile şişirile EGOSU, BENCİLLİĞİ, nefsaniyeti kendi başına bela edilmiş” bu yavrucak bir süre sonra ÖZEL biri olduğuna kendisi de ikna oluyor. Aile, bir taraftan çocuğun; nefsaniyetini, egosunu ve kibrini şişirmeye devam ederken diğer taraftan – çocuğa bunlarla mücadele konusunda hiç bir terbiye vermemiş olmasına rağmen- böylesine şişirilmiş bir EGO, bencillik ve kibir ile KENDİ KENDİNE baş etmenin yolunu bulmasını bekliyor.
Tanrısız, ahlaki endişeleri yok edilmiş bir nesil
İçine düşülen boşluğun mana âleminden doldurulma ihtimali de yok gibidir. Çünkü din, ahlak gibi manayı veya sosyal değerleri ihtiva eden derslerin ve konuların HESAP günü (Üniversite veya KPSS sınav günü) verebileceği puan çok düşüktür; önemsizleştirilmiş, değersizleştirilmişlerdir. CENNET için sevap (puan) pozitivist/ölçülebilir/Tanrısız alandan (matematik, fizik, kimya, biyoloji, İngilizce vs.) gelir. Yıllarca Tanrısız zeminde kaldıktan sonra, Tanrı ile sağlıklı bir ilişki kurmak çok zordur. O yüzden Tanrı olsa bile: “işi gücü yok bizimle mi uğraşacaktır” ya da “Beni ÖZEL hissettirmeyen yani benim EGO’mu beslemeyen, Tanrı’ya vakit ayıramam” olacaktır. (Deizm, Agnostsizm)
Sanal, gerçeği işgal ediyor
Koca bir kuşağı Batının deneme tahtası yaptık ve ilkokul çocuklarının ellerine TABLET verdik. Tabletle büyütülen bir neslin nereye doğru şekil alabileceğine dair hiçbir fikrimiz yok iken ellerine, tabletlerin ardından bilgisayar ve akıllı telefonlar da verdik.
Ancak bunun, hiç beklemediğimiz bir geri dönüşü oldu….
Çocuk, sanal dünyaya girdiğinde orada “Tanrıdan, ahlaktan, edepten, hayâdan, namustan, insanilikten, vicdandan, merhametten soyutlanmış bir dünya” bulur. Lütfen dikkat edin! Gerçek insanlarla oynanan hiçbir oyunda ya da eylemde SINIRSIZ bir özgürlük olmaz, OLAMAZ: Gerçek hayattaki oyunlarda sınırsızca adam öldüremezsiniz, arabayla dilediğiniz gibi insanları ezemezsiniz, rakibinize defalarca çift ayakla dalamaz, tekmeleyemezsiniz, insanların mahrem hayatlarına -hiçbir ar, utanma ve mahcubiyet hissetmeden- gözlerinizi dikip seyirci olamazsınız, her gün saatlerce pornografik performansta bulunamazsınız.” Gerçek hayatın bedeli vardır. Bu bedeller insana bir ahlak nizamı, bir davranış biçimini dayatırlar. Bu yüzden gerçek hayatta kuralsız, AHLAKSIZ ve TANRISIZ bir hayat kurmak mümkün değildir.
Ancak tabletler, bilgisayarlar ve akıllı telefonların dünyası insana hiçbir insani ENDİŞENİN ve bedelin olmadığı SORUMSUZ bir dünya sunarlar. Her gün birkaç saatini bu âlemde geçiren insanların zihni TANRISIZ/insaniyetsiz bir biçimde şekillenir. Böyle düşünmeye alışır. Sanal âlemin “Pavlov’un köpeklerinin zil çalınca ağızlarının suyu akmaya başlaması gibi” programladığı, şartlandırdığı, günde 300 sefer telefonunu kontrol etme emrini verdiği gençlerin Tanrıdan, ahlaktan soyutlanmış düşünce biçimleri sanalda kalmaz, oradan taşar ve gerçek dünyayı da şekillendirmeye başlar.
Ahmet Hakan ÇAKICI – 28.06.2022
Yazının Tamamı ve Devamı.. https://www.ahmethakancakici.com