“İsrailliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusetts kolonisindeki İsrailliler (Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler” Thomas Gossett
Yahudi öğretisine göre Mesih’in gelmesi için, gerçekleşmesi gereken şartlardan biri de Yahudilere vatan bulunmasıdır. Bu görev Kristof Kolomb’a verilmişti. Kendisi de bu görevi layıkıyla yerine getirdi. Amerika’ya ulaştı ve burada yaşayan yerlileri katlederek Yahudi kardeşlerine yer açtı. Kristof Kolomb’un 12 Ekim 1492 tarihinde Haiti’ye ulaşması, kendi halinde dünyanın geri kalanından habersiz bir şekilde yaşayan Kızılderililer için kâbus dolu yılların başlangıcı olmuştu.
54 milyon insanın yaşadığı kıtada 1860’larda 340 000, 1910’da ise sadece 220 000 yerli kalmıştı. David E. Stannard ise, araştırmasında işgal öncesi nüfusun 112 milyon ile 145 milyon arasında olduğunu belirtmektedir.
“Kara geyik” adlı Kızılderili Comomb liderliğindeki Püritenlerin yaptıkları katliamları şu dizeleriyle atlamaya çalışmış: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım.
Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü…
Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.”
Kristof Kolomb’un yakın arkadaşlarından birinin oğlu olan Dominiken tarikat papazlarından Bartolome de Las Casas, orijinal adı Brevisima historia de la destruccion de las Indias’ın “Yerlilerin imhasının çok kısa Tarihi” adlı eserinde Kızılderililere karşı girişilen vahşi katliamları tüm açıklığı dile getirdi. Amerika’ya Hıristiyanlığı yaymak için giden Papaz Bartolome de Las Casas, Kızılderili katliamını bakın eserinde nasıl anlatıyor:” …Yerlilerin karılarını, çocuklarını alarak, emek ve alın teriyle kazandıkları besinlerini yiyerek işe koyuldular. Cüretkârlıkları ve küstahlıkları öyle arttı ki; Hıristiyan bir yüzbaşı, bütün adanın yöneticisi sayılan en büyük hükümdarın öz karısının ırzına geçti. İşte o zaman yerliler, Hıristiyanları topraklarından kovmak için yollar aramaya başladılar. Köylere giriyor; çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya loğusa (kadın) demeden; ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı. Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı.
Bazıları ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı. Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı. Bazıları elleri kırıldıktan veya dilleri kesildikten veyahut delindikten sonra asılmaya mahkûm ediliyordu. Bazıları doğal ölüme kadar (organlarının) kopartılmasına; başkaları, dilleri kesildikten veya delindikten sonra diri diri yakılmaya; diğer bazıları da kafalarının kesilmesine mahkûm ediliyordu. Kaçabilenlerin hepsi ya ormanlara sığınıyor ya da dağlara tırmanıyorlardı. Amaçları böyle insanlıktan uzak kişilerden, bu kadar merhametsiz ve yırtıcı hayvanlardan, insan soyunun en büyük düşmanları ve yıkıcılarından kaçabilmekti. Bunun üzerine Hıristiyanlar, özellikle kötü tazı ve köpekler yetiştirdiler. Bu hayvanlar bir yerliyi görür görmez, kaşla göz arasında paramparça ediyorlardı. Saldırarak, bir domuzdan daha çabuk yiyorlardı. Bu köpekler büyük zararlar verdiler, korkunç kasaplıklar yaptılar. Çok ender olarak, yerliler birkaç Hıristiyan öldürdüğü için, Hıristiyanlar kendi aralarında bir karar aldılar. Öldürülen her bir Hıristiyan için yüz yerli öldürmeye karar verdiler.’’
Büyük kâşif olarak dünyaya pazarlanan Kristof Kolomb, günlüğünde yerlilerden şöyle bahsetmektedir:” Son derece sade, dürüst ve aşırı düzeyde eli açık insanlar. Herhangi birinden, sahip olduğu herhangi bir şey istenince, hemen veriyorlar. Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.”
Year 501: ”The Conquest Continues” (Yıl 501: İşgal Hâlâ Sürüyor) adlı kitabında Noam Chomsky; Püritenlerin M.Tevrat ayetlerine dayanarak, ’Kenan diyarının halkı’ olarak adlandırdıkları Kızılderililere karşı gerçekleştirdikleri katliamları şöyle anlatıyor: “New Engand’da ki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637’de Pequot Kızılderililerinin yok edilmesiydi.
Sömürgeci Püritenlerin uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmî açıklamaları ise şöyleydi: ’Yeryüzü cennetin de Tanrı’nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Şükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı. Bugün ‘Tanrı’nın izni altında;’ yurduna bağlılık yemini eden her Amerikan çocuğu, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit’ten (M. Tevrat) kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin Eski Ahit’ten aldıkları düşünce ise şudur: ‘Bilinçli bir biçimde, Tanrı’nın seçilmiş halkına ait olan Vaad edilmiş Topraklar’daki Kenan halkını yok etmek.’ Katliamı uygulayan Püritenler; yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, kutsal görevlerini yerine getiriyorlardı. Öyle ki; kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre Püritenler; kızılderili çadırlarını kızgın ateşli fırınlara döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle ‘olabilecek en kötü ölümle’ öldürüyorlardı. Bir başka Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyordu. Katliamı uygulayanlar ise ‘Yehova’nın övgüsüne layık’ oluyorlardı. Bundan birkaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin ‘temizlenmesi’ operasyonu düzenlendi.”
Şubat 1643’te; Güney Manhattan’da, Hollandalı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri’ne karşı gerçekleştirilen ve Davi de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi:
“Askerler pek çok Kızılderili’yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler, anne babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler; beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atlıyorlardı.
Ama askerler ne çocukların ne de anne babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.”
Püritenler, Amerika topraklarında uyguladıkları bu vahşet için Tevrat’ı referans kabul etmişlerdir. Bu vahşet emirleri, geçmiş yıllarda İsrail ordusu tarafından Filistinlilere karşı da uygulanmıştır. Kızılderililere yönelik bu katliamların planlı ve organize bir iş olduğunu en güzel ortaya koyan aşağıdaki meclis kararını paylaşarak konuya nokta koyalım.
Puritenler; 1703 yılında meclislerinden çıkarttıkları kararda, her Kızılderili başı ve esir edilen her Kızılderili için 40 sterlin ödül koydu. 1720’de; kelle başına ödül 100 sterline yükseldi.
Britanya parlamentosu, bu vahşi kararı “Tanrı ile tabiatın kendilerine ihsan ettiği kolaylıklar” utanç sözleriyle tanımladı.
Mehmet ZENGİN
Uluslararası Yazarlar ve Gazeteciler Cemiyeti
Kurucular Kurulu üyesidir.Cemiyette bir süre yönetim kurulu üyeliği ve Genel Sekreterlik görevini de yürütmüştür.