İnsana bir iç uyanması kazandırmak, İslam’ın en baş gayesi.
Hakk’ı “şah damarından daha yakın” bilmenin verdiği bir imkan, hattâ mecburiyete rağmen, O’nu sırf “haricî bir varlık” haline getirmek, İslam’ın ruhunu imha etmekle eşdeğer. Bütün ibadet ve taat hayatının ana gayesi bu: Kendindekine uyanmak, “kendini hak etmek”, bir adım daha: Kendini Hakk etmek! Daha açıkçası, “Kendindekinin mahiyetine dönüşmek”! Allah’ın rengine boyanmak, O’nun ahlakıyla ahlaklanmak…
Tabii bu tahakkuk, öz değerimiz olan “Nefha-i İlahî” sayesindedir.
Bu ahlaklanma sürecinde hiç kimse bizim yerimize geçip anlıyamıyacak, bizim yerimize mükellef olamayacaktır. Îman da anlama da tek kişilik bir gayretin eseridir. Ruhban o sebeple yasaktır: Aslında imkansız olduğu için…
***
Biz şimdi dualar ediyoruz!
Dualarımıza dikkat edelim! Harice mal ettiğimiz, daha ziyade göklere hamlettiğimiz bir İlah’a açıyoruz ellerimizi…
O “ilah”tan bizim yerimize geçip, her ihtiyacımızı ifa etmesini diliyoruz.
Ama her türlü ihtiyacımızı!
Dua ederken tasavvurumuzdaki “ilah”ı emrimize almak, süper bir uşak gibi her türlü dilemelerimizi anında yerine getirmesini umuyoruz!
“Dua eden” asıl “özne”deki Nefha-i İlahi’nin “kendine bakma, kendini bilme, gizliliklerini görme” adına bir “bakan göz, tutan el, yürüyen ayak…” olma imkanı hiç aklımıza bile gelmiyor. Yeter ki bizim atâlet zevkimiz bozulmadan, uhrevi ve dünyevi dileklerimiz yerine gelsin…
“Dualarınız olmasa neye yarardınız”dan kasıt, “Hakk’ı nefse hizmete koşmak” mıdır? Dua edenle edilen arasındaki yakınlığı (buna yakınlık demek bile bir uzaklık ifade ediyor) duyurmak mı? O “yakınlık”ın hasıl edilebilmesi o “dua mahremiyeti”nin en derinden duyulmasına bağlı.
“Kendinde kendiymiş meğer!” çığlığını duymasına, idrakine bağlı duacının!
***
İbadetlerimiz de, dualarımız da artık birer seramoniye dönüşmüş, yakınlık değil uzaklık, idrak değil akıl düşmanlığı üretiyor!
***
Bu hale baksa ve toplu tapınmaların birer toplu intihar seansına, en primitif putperestlerin dahi aklına gelmeyen, sübjektif alanlara hükmedebileceği vehmine mağlup İslamcılıklara baksa, “kalbini mi yarıp baktın” diyen o “Zat”, bu ümmete küserdi sanırım…
En olmayacak yerde, camide ve tekkede bile artık yarı uykulu cemaatin uykusunu kaçırmadan, sırtında bir zaman daha kendini taşıtmak isteyen bu “kasıtlı zihniyet”e, “bilinçli cehalet”e karşı uyanmalıyız artık…
Hiç bir şekilde “yakınlık” tesisine yanaşmadan, vereceği sadakalarla ahiretini ve dünyasını garantileyeceğine inandırılmış sürüler olmaktan çıkmalıyız. Mâ Hüve, mahiyetin aslıymış. O olmaklık!
“Keyfiyet” tahakkuk etmedikten sonra burnun secdeden kalkmasa ne yazar!
Hz. Peygamber Fusus’da “Ferdiyet” kavramıyla tanıtılır!
*
Etrafa bakın…
Şahsiyet sahipleri bu günün en mağdur insanlarıdır!
Mağduriyeti kim üretiyor? Ehliyet ve kişilik sahiplerini hazmedemeyen muktedir dinî çevreler! Milletin emanetini mülkleri sananlar!
Cemaat kimlikleri Müslüman kişiliğimize kasdediyor arkadaş!
***
Gelin ölü nakışlarda hikmet arayan gönlümüzde çâresiz bıraktığımız yanan hüzne bakalım azcık… O bakışı hiç terk etmeyelim…
Dr.Sait BAŞER/
Nefha-i ilahi ne demek
İlahi nefha nefesi rahmandır. Zati Nefsin vasıflarının nefsi natıkaya yansıtılmasıdır. Nefha (üfleme) hayatın ruhu olan Zati Nefsin sıfatlarının nefsi natıkaya sunulmasıdır. Sübuti sıfatların mazharı Ruhul Kudüs, Zati sıfatların mazharı ise Ruhul Azam’dır.