Bilim tarihi, insan zihnini çözme arzusunun aynı zamanda iktidar ve kontrol arayışının bir yansıması olduğunu defalarca ortaya koymuştur. Matbaanın bilgiye erişimi nasıl dönüştürdüyse, elektriğin iletişimi nasıl yeniden tanımladıysa, bugün nörobilim de benzer bir eşiğe dayanmış görünmektedir.
Zihnin derinliklerindeki düşünceler artık salt bir metafor değildir. Stanford’da yürütülen çalışmalar, insan beyninin derinliklerindeki düşüncelere doğrudan temas etmeyi başardılar. Şöyle ki motor kortekse yerleştirilen mikro elektrotların topladığı sinyaller, yapay zekâ algoritmaları sayesinde çözülmekte ve gerçek zamanlı olarak düşünceler cümlelere dönüştürülmektedir.
Konuşma yetisini yitirmiş bireyler için bu gelişme, tıp tarihinin en kritik dönemeçlerinden biri sayılabilir. Fakat aynı teknoloji, beraberinde stratejik bir risk alanı da üretmektedir.
Çünkü sistem yalnızca iradi olarak söylenmek istenen düşünceleri değil, istemsiz zihinsel süreçleri de kaydedebilme potansiyeline sahiptir. Bu noktada geliştirilen “mental şifre” uygulaması, bir güvenlik duvarı işlevi görmektedir. Kişi yalnızca bu şifreyi düşündüğünde sistem çalışmakta, aksi hâlde suskun kalmaktadır. Yine de bu, mutlak bir güvence değildir; çünkü teknoloji geliştikçe, zihnin mahremiyetini koruyan bu sınırın aşılması ihtimali de güçlenecektir.
Şimdi gelelim diğer meseleye!
Beyin–bilgisayar arayüzlerinin en kritik yönlerinden biri, tek taraflı bir iletişim kanalı olmamasıdır.
İnsan zihninden bilgisayara bilgi aktarılabiliyorsa, bilgisayardan da zihne etki etmek teorik olarak mümkündür. Nörobilim, beynin yalnızca okunabilen değil, yazılabilen bir organ olduğunu çoktan kanıtlamıştır.
Derin beyin stimülasyonu ve transkraniyal manyetik uyarım gibi yöntemler algıları değiştirebilmekte, yapay anılar ekleyebilmekte, hiç var olmayan görüntüleri veya sesleri zihinde canlandırabilmektedir. Hayvanlarda hafızaya yüklenen yapay anılar, insanlarda tetiklenen sahte algılar bu yöndeki ilk deneyimlerdir.
Bugün için bilgisayardan insana kompleks düşünce aktarımı uzak bir ihtimal gibi görünmektedir. Fakat bu konuda çalışmalar ( basit algılar, yönlendirilmiş duygular ve hisler) laboratuvar ortamında çoktan denenme aşamasına geçmiştir. Bu teknoloji görme engellilere ışık, felçlilere hareket, konuşma yetisini kaybedenlere ses kazandırabilir. Ancak aynı araç, düşünce özgürlüğünü tehdit eden en güçlü denetim mekanizmasına da dönüşebilir. Burada kritik soru, bu teknolojinin kimin elinde olacağıdır!
Tarihsel perspektif bize göstermiştir ki her büyük icat, yalnızca bilimsel bir kazanım değil aynı zamanda siyasi ve jeopolitik bir araç olmuştur. Örneğin atom bombasının ilk olarak bilim insanlarının masasında şekillendiği ve ardından da devletlerin elinde küresel güç dengelerini belirlemesinde araç olması gibi…
İşte zihnin okunabilmesi de geleceğin stratejik denklemlerinde belirleyici olabilir. Hatta olacaktır da…
Büyük teknoloji şirketleri ile devletlerin istihbarat kurumları arasındaki işbirlikler, bu alanın yalnızca sağlık teknolojileriyle sınırlı kalmayacağını işaret etmektedir.
Varsayalım ki gelecekte belirli merkezler(!), toplumların düşünce kalıplarını manipüle edebilecek kapasiteye ulaşsın.
Zihin okuma ve zihin yazma teknolojilerinin birleşmesiyle yalnızca bireylerin değil, kitlelerin yönlendirildiği bir dünya mümkün hâle gelebilir.
Yani tabiri caizse hacklenmiş beyinlere sahip insansı canlılardan bahsedebiliriz. Örneğin insanların hangi lideri seçeceği, hangi ürünü tüketeceği, hatta hangi ideolojiye bağlanacağı dışarıdan şekillendirilebilir. Bu, tarihin en sofistike propaganda mekanizması olur. Orwell’in kurguladığı distopyalar bu ihtimalin yanında naif kalabilir.
Sonuçta mesele teknolojinin kendisinden ziyade, onun kim tarafından ve hangi amaçlarla kullanılacağıdır. İnsan zihni, evrendeki en hassas alandır. Kapıları ardına kadar açılması büyük riskleri barındırır, o kapıdan içeri giren yalnızca umut olmaz, aynı zamanda kontrol, manipülasyon ve gözetim bu ihtimallerdendir. Ve bu ihtimaller, geleceğin en kritik silahlarından biri olmaya adaydır.
Araştırmacı Yazar Cemal DURUK