“Üste mavi gök, altta yağız yer kılındıkta,
ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsanoğlunun
üzerine ecdadım Bumin Kağan,
İstemi Kağan oturmuş”
Orhun Abideleri
Dünya tarihinde, medeniyet kurucu vasfıyla öne çıkan bütün milletlerde açık ya da örtük bir cihan hakimiyeti mefkuresi vardır. Son bin yılın dünya coğrafyasını ve medeniyet havzalarını biçimlendiren başlıca gücü olan Türklerin Cihan hakimiyeti iddiasını, tarihin çeşitli dönemlerinde farklı biçimler alsa da bir mefkure olarak, güçlü bir şekilde tarih boyunca etmiştir.
Kurucu milletler, büyük bir tarih şuuruna sahip milletlerdir. Aslında cihan hakimiyeti mefkuresine zemin oluşturan meşruiyet kaynağı da bu tarihtir. Türkler bir güç olarak yeryüzü sahnesine çıktıkları ilk dönemlerden beri abidelerinde cihan hakimiyeti düşüncesini işlemişlerdir. Bu metinlerde ebediliğin kaynağı bir olan tanrıdır. Bilge Kağan kitabesinde: “Tanrı irade ettiği için, kendi talihim olduğu için Hakan mevkiine oturdum, yukarıda mavi gök,aşağıda yağız yer yaratıldıkta ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğulları üzerine ecdadım Bumin Hakan, İstemi Hakan tahta oturmuş” diyerek devletin meşruiyetini doğrudan ilahi iradeye bağlamaktadır.
…..Bu anlayış Büyük Selçuklu, Karahanlı, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı dönemlerinde aynen devam etmiştir. Melikşah’ın ünlü veziri Nizamülmülk, Siyasetnamesi’nde “Allah her asır ve zamanda halkın içinden birini seçerek onu Padişahlık sanatlarıyla övülmüş ve süslenmiş kılar. Dünyanın işlerinden ve kulların huzurundan onu sorumlu kılar” ifadeleriyle hükümdarlığın meşruiyetini ilahi iradeye bağlamaktadır. Zira Allah, o hükümdar eliyle dünyaya nizam verecek ve onu kutlu kılacaktır.
Türklerin Cihan Hakimiyeti mefkuresinin kaynağını, ilk olarak Hun hükümdarı Mete Han’a kadar götürmek mümkündür. Mete Han devrinin hükümdarlarına gönderdiği mektupların başında “Tanrının tahta çıkardığı Hun milletinin büyük Tan-yu veya Şan-yu”su ibaresini kullanırdı. Bu, Türk hakanlarının evvelden beri yönetme yetkisini tanrısal (ilahi) bir iradeye dayandırarak meşruiyet zeminine oturttuklarını göstermesi bakımından ilginçtir.
Hunlar, Uzak Doğu’dan Avrupa’nın içlerine kadar uzanan bir hakimiyet kurmuşlar, Çin’i bir seddin arkasına sığınmaya mecbur bırakmışlardı. Sürekli hareket halinde, sabit bir mekâna bağlı olmayan Türkler için tarihin bu dönemlerinde göçebelik önemli bir avantaj sağlıyordu. Bu durum bütün yeryüzünün ele geçirilebilir olduğuna dair bir düşünceyi de beslemiş olmalıdır…..
Kültigin ve Bilge Kağan anıtlarında yer alan; “İleride gün doğusuna, güneyde gün ortasına kadar, geride gün batısına ve kuzeyde gece ortasına kadar bütün halkların Bilge Kagan’a tabi olması ve gök tengri ile yagız yer arasında kılınan insan oğlunun üzerine Bumin Kagan ve İstemi Kagan’ın hükümdar olması” ifadeleri, Göktürkler döneminde Türk cihan hâkimiyeti düşüncesinin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
İstemi Kagan’ın oğlu Tardu Kagan, Ak-hunları büyük bir zaferle kendine bağladıktan sonra Bizans İmparatoruna gönderdiği mektuba, “Dünyada yedi ikilim ve yedi ırkın (cihanın) büyük kağanından Romalılar imparatoruna…” ibaresi ile başlar. Bu hitap şekli göstermektedir ki, dünyada tıpkı Roma İmparatoru gibi kendi hakimiyet alanlarında hüküm süren hükümdarlar bulunabilir ama Cihanın tamamını yönetme hakkı sadece Türklerdedir.
Avrupa Hunları da bu mefkûreyi göç ve istilaları ile birlikte Avrupa’ya, götürmüşlerdi. Bizans elçisi Priskos Hunların, Attila’nın ilahi bir menşeden geldiğine inandıklarını, buna itiraz edenlere çok hiddetlendiklerini, dünyanın kendilerine ait olduğu akidesi ile fetih ve savaşlar yaptıklarını ve sarayında bu inancın hüküm sürdüğünü söyler.
Eski Türklerin ve Oğuzların mücadelelerini destansı bir dille anlatan Oğuzname’ye bakılırsa,onda da ilk cihan hakimiyetini tesis edenin Oğuz Kaan olduğu görülür. Destan, Oğuz Kaan’ın Çin, Hindistan, İran, Azarbaycan, Irak, Suriye, Mısır, Anadolu (Rûm), Rus ve hattâ Frenk ülkelerini fethettiğini anlatırken Kun (Hun), Gök-türk ve Selçuklu dönemlerini de içine alan geniş bir dönemde yapılan Türk fetihlerini Oğuz Kaan’la özdeşleştirir. Hatta sonradan destana eklenen parçalar Osmanlı dönemine kadar hikayeyi uzatır.
Oğuz Kaan ilahi bir yetkiyle dünyaya hükmetme hakkını elde etmiştir. Destanda Oğuz Kaan bu otoriteyi kabul etmeyen kavimler üzerine sefere çıkar ve fetihlerde bulunur. Bu seferlerinde ona Türk efsanelerinde önemli bir yeri olan Bozkurt rehberlik eder.
(……)
Hun imparatorluğunun parçalanmasından sonra bir Hun kumandanı, M.S. 304 yılında, devletini tekrar kurmak ve milletini kurtarmak maksadı ile, ileri gelenleri gizlice toplar ve “Tan-yu’muzun sadece bir unvanı kalmış; beyler Çinlilere esir olmuştur. Bu halde bile 20.000 kişilik bir kuvvetimiz vardır. Neden bu esarete katlanalım ve Çin’deki karışıklıklardan faydalanmıyalım” der ve devam ederek “İl-yu-sü cesur ve hükümdar olmağa layık; bütün meziyetleri hâizdir. Eğer Tanrı Kun devletini diriltmek istemeseydi onu dünyaya yollar mı idi” tarzında düşüncelerini bildirir. Bu nutkun te’siri ile Çin’de oturan Tan-yu’yu davet ederler ve orada hüküm süren kargaşalıktan faydalanarak onu getirip tahta çıkarırlar.
Çin’de ki karışıklığı kendilerine ilahi yardımın ulaşması olarak değerlendiren kumandanlar, bu vesileyle millî şuurun yeniden dirilmesi için çaba sarfediyorlardı. Mağlûp olan bir Hun hükümdarı teslim olmayı red ederken “Şimdi ölürsek dünya durdukça kahramanlık şânımız yaşıyacak; oğullarımız ve torunlarımız başka milletlerin başbuğları olacaktır” sözleriyle esir düşmüşken bile, o hükümdarın şahsında cihân hâkimiyeti fikrinin ne derece derin bir imanla yaşadığını göstermektedir.
Göktürkler, Hun İmparatorluğunun varisleri olarak cihan hakimiyeti fikrini sürdürmüşler, bu şuuru daima taşımışlardır. Bizansla resmi düzeyde ilk temas kuran devlet olması Göktürkler hakkında Batılı kaynaklardan da bilgi almamızı kolaylaştırmaktadır. Bu temaslardan biri İstemi Han ve Justinus arasında gerçekleşmiştir…..
Kül Tigin, Ongin, Taryat, Kara Balasagun anıtları, cihan hâkimiyeti mefkuresinin Türk Kaanlarında güçlü bir biçimde var olduğunu gösteren tarihi kanıtlardır. Bunlardan Kül Tigin anıtının güney yüzünde şu satırlar karşımıza çıkar:
“Dokuz Oğuz beyleri, milleti!
Bu sözümü iyice işit, adam akıllı dinle:
Doğuda gün doğusna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına,
kuzeyde gece ortasına kadar,
onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. …”
Asya’da Gök-Türklerin halefi olan ve onların yerinde devlet kuran Uygur hanları, destanlarına göre, semavi bir ışıktan geldiklerine inandıkları gibi, hâkimiyetlerinin ilahi menşeden çıktığını gösteren birçok ibareleri (mesela Tangrı’dan kut bulmuş) ihtiva eden vesikalar da bırakmışlardır. Bir Uygur hükümdarı 1027’de Gazneli Sultan Mahmud’a gönderdiği mektubu “Göklerin sahibi (Tanrı) yeryüzü ülkelerinin ve birçok kavmin hâkimiyetini bize verdi” cümlesi ile başlar. Uygurların han’ı bu devirde büyük bir hükümdar olmadığı halde bile yine resmi Türk cihan hâkimiyeti mefkûresine ve diplomatik usullerine sadık kalıyor; bu sebeple de Müslüman Türk sultanına “yay ile ok” gönderiyordu.
Daha önce de değindiğimiz gibi Cihan hakimiyeti davasıyla yola çıkan bir milletin ve onun kaanının güç aldığı meşruiyet kaynağı bu mefkure açısından ilahidir. Yani Türkler’de Kaan’ın hükümdarlık yetkisi Tanrı tarafından kendisine bağışlanmıştır. Buna İslam öncesi Türk Devletlerinde Kut Almak denirdi. Türklerin İslam’ı kabulünden sonra da bu anlayış devam etti.
Karahanlılar döneminin büyük alimi Yusuf Has Hacib hükümdarlığı Allah’ın takdiriyle seçilmiş kullarına bağışladığı bir makam olarak görmektedir. Yusuf Has Hâcib eserinde; “Tanrı fazlı ile sana ne kadar iyilik etmiştir… Kalabalık halk üzerine seni hâkim kıldı; dilek ve arzularını verdi ve fermanlarını yürüttü… Tanrı kullarını sana muhtaç etti”, “Bu beylik gücüne sen kendi isteğinle erişmedin; onu Tanrı kendi fazlı ile sana ihsân etti. Lütuf ederek sana bu beyliği verdi” demektedir.
Anadolu Selçukluları Hükümdarı I. Alâuddin Keykûbâd zamanında yaşamış olan Ahmed b. Sa’d b. Mehdî b. Abdi’s-samed el-Usmânî’nin, Keykubâd’a sunduğu Kitâbu’l-Letâifi’l- Alâiyyefi’l-fedâili’s-Seniyye isimli Hükümdarın iradesinin kaynağının meşruiyeti, her ne kadar sahih kaynaklarda yer almasa da Hz.Peygamberden rivayet edilen “Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir (zillullah)” Hadisine dayandırılır. Osmanlılar döneminde de Osmanlı Sultanları bu sıfatı kullanmaya devam etmişlerdir.…. Bu İslamiyet öncesinde başlayan bir geleneğin, İslamiyet sonrasında da İslami bir renge bürünerek devam ettiğini göstermektedir.
Alâuddin Keykûbâd’a ithaf edilen Sultan’a Siyâsetnâme’de Zülkarneyn, Enuşirvan, Afrasyâb’dan kıssalar anlatılarak müşterek tarihi şahsiyetlerle kıyaslanır. Müellif diğer İslam kaynaklarında da görülen tek anlamlı bir tarih kavramına ve buna bağlı olarak da cihanşumûl tarihi bakış açısına sahiptir. Tursun Bey, Fatih Sultan Mehmed adına kaleme almış olduğu eserine besmeleden sonra Kur’ân-ı Kerim’den Zülkarneyn’in anlatıldığı ayetle başlar. Böylelikle Fatih Sultan Mehmed hem ayetle hem de tarihi meşrulaştırma ile muhatap kılınır.
Yavuz Sultan Selim devri müelliflerinden İdris-i Bidlisî eserinde Yavuz hakkında “Din perver ve Dünya fatihi sensin. Sen Dünya’nın vâ’dedilmiş İskenderisin” demektedir.
Oğuz Kağan geleneğinden gelen güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar hâkim olma anlayışı ok ve yay ile sembolize edilmekteydi. Bu çerçevede Sultan Tuğrul’un Nişabur’a girerken üç ok ve yay taşıması bu anlayışın bir göstergesidir.
Her milletin mitoloji ve efsanelerinde benzer kıyaslamalara rastlanabilir. Ancak son bin yıl boyunca sadece Türkler, Cihan Hakimiyeti idealini sahip oldukları devlet ve ordu teşkilatıyla gerçekleştirebilmişlerdir. Öyle ki, modern dünyanın teşekkülü bile Türklerle mücadelenin sonucudur.
Sahra altı Afrika sayılmazsa, Eski Dünya olarak nitelenen Avrasya coğrafyasında bir biçimde, Türklerin hakimiyetine girmemiş veya Türk Devletleriyle öyle veya böyle ilişki kurmamış herhagi bir topluluk veya millet yoktur. Eğer Türkler Avrupa’yı küçücük bir alana sıkıştırmamış olsaydı muhtemelen coğrafi keşifler hiç gerçekleşmeyecekti. İnebahtı’da haçlıların Türk donanmasını yakması Batılılar’da Türklerin de yenilebilir olduğu inancının doğmasına yol açtı. Batı bu inançla yeni bir emperyal vizyon ortaya koyabildi. 20. Yüzyı başında Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla da sömürge iktidarını tam olarak gerçekleştirebildi. Ancak Anadolu Batı’nın teritoryal hakimiyet kuramadığı tek kara parçası olarak kalmayı başardı.
Modern dünya Türklere rağmen ve Türklere karşı kurulmuş bir dünyadır. Adalet ve güvenin hakim olduğu Osmanlı birliği, köleleştirme ve sömürüden güç alan Batı karşısında yenilmiştir. Ancak bugün Batı’nın içerisinde bulunduğu durum, kendi kazdığı çukurda debelenen bir devin halinden farksızdır.
Batı mevcut refah düzeyini ve zenginliğini sürdürebilmek için dünyanın geri kalanını sömürmek zorundadır. Bugün Fransa’da, Brexit sonrası İngiltere’de yaşanan bunalım ve kitle hareketleri bununla ilişkilidir. Batı sömürü düzenini devam ettirmek zorundadır ama, dünyanın geri kalanı artık kolay teslim olacak gibi de görünmemektedir. Bu noktada Türkiye, bir kez daha tarihi sorumluluklarıyla yüz yüze kalmak durumundadır.
Batı Dışı Dünyanın Direnç Noktası Bir Kez Daha Anadolu Toprakları Olacak Gibidir. Bu tarihi vazifeyi yüklenebilmek için tarihinden utanan değil tarihini iyi öğrenip, onunla gurur duyan, böylece bu misyonu yüklenecek şuur sahibi nesillere ihtiyaç vardır.
Türkler ileri hamlelerinde de geri çekilirken de Batı’nın ötekisi olarak bugünkü dünyanın şekillenmesinin ana aktörlerinden biridir. Başlı başına İstanbul’un fethi bile dünya siyasetinde ve devlet yapılarında devrimsel sıçramaları tetikleyen bir amil olmuştur.
Gerek Ortaçağ’ın başlaması gerekse de Ortaçağ’ın kapanıp Yeniçağ’ın başlaması sadece bir savaşın neticesi meydana gelmiş kaba bir gücün zorlaması değildir. Burada atlanmaması gereken esas savaş teknolojisindeki gelişme ve buna dayalı olarak neticelenen tarihi hadiselerdir.
İstanbul’un fethi sadece bir kara parçasının alınması değildir. Ortaçağ boyunca savunma amaçlı kullanılan kale ve sur merkezli şehir savunma sisteminin çökmesi ve şehir anlayışının kökten değişmesine sebebiyet veren önemli bir dönüm noktasıdır.
Bunu sağlayan ise Osmanlı Türklerinin ateşli silahlarda ve özellikle de top döküm tekniğinde yapmış oldukları yeniliklerdir. İstanbul’un fethiyle sadece İstanbul düşmemiş aynı zamanda sur ve kale yapıları yerle bir olmuştur. Bu durum aynı zamanda büyük tarihi olayların da başlangıcı olacaktır. Savunma amaçlı kurulan surlu ve kaleli şehirlerin çöküşü, feodalitenin de sonunu getirecek Batı’da ulus devletlerin ortaya çıkını hızlandıracaktır. İstanbul’un fethi dünya bu anlamda dünya siyasi tarihinin belki de en önemli hadiselerinden biridir..
USPUM Başkanı/ Muhammed Taha GERGERLİOĞLU/ www.uspum.org.tr
Tamamı ve Devamın da KAYNAK: MEFKÜRE Kitabı